Kadın Cinayetleri Politiktir!

Kadın Cinayetleri Politiktir!

Şu anda 21. yüzyıldayız. İnsanlık tarihi boyunca bilim, sanat, hukuk gibi alanlarda ne kadar ilerlemiş olsak da “şiddet” hâlâ tüm yıkıcılığıyla yerini koruyor. Ancak şiddet kavramı insanlık tarihi kadar eski olsa da kadına yönelik şiddetin gündemimizde ve literatürde yer bulmasının çok yakın bir tarihi var. Gerçek anlamda kadına yönelik şiddeti son 20-30 yıldır tartışıyor olsak da kadınların mücadelesi Sanayi Devrimi’ne kadar varıyor. Bu dönemde kadının da iş gücüne katılmasıyla beraber kadın-erkek arasındaki iş bölümü anlayışı; yani erkeğin evin dışında, kadının ise evde konumlandığı anlayış kırılmaya başlıyor. İlk kadın hareketlerini de bu tarihlerden itibaren görüyoruz. Çünkü cinsiyete dayalı ayrımcılık burada da kendini gösteriyor: uzun, eziyetli çalışma saatleri ve erkeklerinkinin yarısı kadar ücret. 1900’lü yılların başında başlayan bu mücadelenin ardından kadına yönelik şiddet uluslararası ve toplumsal düzeyde tartışılmaya ancak 1970’lerde başlanmış. İlk başlarda kadına yönelik şiddet “çok ender karşılaşılan” ve “psikolojik sorunlarla ilişkilendirilen” bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde ise kadınların cinsiyetlerine yüklenen rol kalıpları yüzünden eşitsizliğe ve şiddete maruz kaldıkları, asıl meselenin öteki üzerinde tahakküm kurma olduğu anlaşılmıştır.

Kadına yönelik şiddeti tanımlayan, görünür kılan, kadına yönelik şiddete karşı mücadeleyi başlatan bizzat kadın hareketlerinin kendisidir. Kadınlar şu ana kadar edindikleri tüm hakları devlet eliyle değil, zorlu mücadeleler sonucunda edinmiştir. Ülkemizde de ancak 90’lı yıllarda kadınlar için kurumlar (Mor Çatı, Kadın Dayanışma Vakfı, Diyarbakır’da KAMER) ve sığınma evleri oluşturulmuştur.

Aynı zamanda kadın haklarıyla ilgili mecliste ne zaman bir yasa tartışılsa kadın ayrı bir birey olarak değil, aile ve annelik kavramıyla birlikte düşünülen bir unsur olarak karşımıza çıkmıştır: “Kadına kalkan el, bir anneye kalkan eldir.” 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının kurulması da yine “kadın” kavramının “aile” kavramı içine sıkıştırılmasına örnektir. Bu tartışmalar sırasında da “Türk aile yapısı”, “aile birliği”, “erkeklik onuru”, “ev içi mahremiyet” gibi kavramlara sıklıkla vurgu yapılmaktadır: “Efendim, eşler arasında anlaşmazlık olursa, erkek sarhoşsa, hanımına karşı kaba bir harekette bulunursa zabıtaya müracaat edecek, hâkimin karşısına çıkacak, yargılanacak, hapse girecek; ondan sonra da o erkek gidecek, o evde gene babalık yapacak veya kocalık yapacak…” 

Elbette hiçbir politikacı, “Kadın cinayetleri normaldir.” demez, ancak kullanılan dille bunun dolaylı yoldan, hatta doğrudan meşrulaştırıldığını hepimiz biliyoruz. Nitekim, Aile ve Sosyal Çalışmalar Bakanlığı ve Hacettepe Üniversitesi‘nin birlikte yürüttüğü  2014’te yayımlanan Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması raporuna göre şiddete uğrayan kadınların sadece yüzde 11’inin bunu resmi kurumlara bildirdiğini gösteriyor. Bu çok can acıtıcı bir tablo. Çünkü kadınlar resmi mercilere güvenmiyor, başvurmuş ama sonuçsuz kalmış kadınları görüyor.

Illustration by Mary Long

Günümüzde de kadına yönelik şiddet tırmanarak devam ediyor. Geleneksel erkek kimliği, yaşanan toplumsal değişimler (teknolojik, ekonomik, kültürel, sosyal) karşısında kırılmalar yaşıyor. Çünkü kadınlar artık istemedikleri evlilikleri sürdürmek istemiyor, namuslarının bir erkek tarafından korunmasını istemiyor, başkalarının onlar adına karar vermesini istemiyor, çalışmak istiyor, mirasta eşit haklara sahip olmak istiyor. Bunların hepsi erkeğe atfedilen gücün azalması demek. Erkek şiddeti de kadın üzerinde hâkimiyet kurmanın bir yolu olduğuna göre, azalan gücün tekrar tazmin edilmesi için şiddetin daha da artması beklenen bir şeydir.

Aynı zamanda son yıllarda kamusal alanda yaşanan kadın cinayetlerinde artış görüyoruz. Artık şiddet özel alanlardan ve hanelerden kamusal alana taşmış durumda. Kadınlar kamusal alanlarda, kimsenin müdahalesi olmadan öldürülebiliyor. Dikkat ederseniz medyada ve toplumda en çok tepki çeken kadın cinayetleri de kamusal alanlarda gerçekleşen cinayetler. Çünkü konu burada artık “eşit haklardan” ziyade “yaşam hakkı” hâlini alıyor.

Böyle bir ortamda İstanbul Sözleşmesini tartışmaya açmak bile kadınlara yapılan büyük bir haksızlık ve hata. Sahip çıkmalıyız, vazgeçmemeliyiz.

Kaynak:

1- Taşdemir Afşar, S. (2015). Türkiye’de şiddetin “kadın yüzü”. Sosyoloji Konferansları, 52(2), 715-753

2- Arıkoğlu- Ündücü, C. (2016). “Kadına Yönelik Şiddetin Tarihi”. Alternatif Politika Toplumsal Cinsiyet Özel Sayısı 2.

3- Bal İ. B (2016). Dünden Bugüne Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet ve Ulusal Kadın Çalışmaları: Psikolojik Araştırmalara Davet. Türk Psikoloji Yazıları, 19(Özel Sayı), 126 – 149.

4- Kadın cinayetleri politiktir: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/deniz-yildirim/kadin-cinayetleri-politiktir-1552796

5- Kadınlara yönelik yasal düzenlemeler: https://kadem.org.tr/kadinlara-yonelik-yasal-duzenlemeler/

6- Verilerle Türkiye’de kadına şiddetin anatomisi: https://www.dw.com/tr/verilerle-t%C3%BCrkiyede-kad%C4%B1na-%C5%9Fiddetin-anatomisi/a-46440667